Bu analiz, klinik bir vakayı psikanalitik teknik üzerinden incelemeyi, psikanalitik tekniğin bu vaka için önerdiği metodolojiyi ve bu önermelerin teorik çalışmada bize nasıl yardımcı olacağını tartışmayı hedeflemektedir.
Psikanaliz, iyileştirme amacı olmayan, aslında öznenin katılımı ile kendi semptomu üzerine yaptığı analitik bir praksistir. Winnicott, ‘’Psikanaliz teori ve pratik arasında gider gelir.’’ der. Psikanalizde hipotez ve iyileşme ardıldır. İki öznenin bilinçdışı karşılaşması söz konusudur. Simgesel bir çalışma olduğu için temsiller çok önemlidir. Özne bir talep ile gelir ve bu talep doğrultusunda terapist aracılığıyla kendisini daha iyi tanımaya başlar. Yani psikanaliz, kişinin öteki aracılığıyla, ötekine yer bırakarak kendini keşfetme, kendi yaralarıyla karşılaşmasıdır diyebiliriz.
Psikanalizi doğuran şey histeridir. Freud, aktarımı Dora vakası ile Dora’yı kaybettiğinde keşfeder. Dilin ruhsallık ve beden üzerinde etkilerinin olduğunu görür. Psikanalizin kuramsal anlamda birçok keşfi vardır ancak, psikanalizi bir tedavi tekniği kılan en önemli keşif, aktarım ve karşı aktarım kavramlarıdır. Temsiller böyle etkinleşir.
Konuşma olmazsa, aktarım da söz konusu olmaz. Psikanalizdeki işlevsellik yalnızca dildedir. Yukarıda, analitik çalışma iki bilinçdışı özneyi içeriyor dedik ancak dilin simgesel olarak üçüncü bir işlevi vardır. Ruhsallık ve beden üzerinde büyük bir etkisi vardır. Lacan’ın, ‘’Sözün işlevi’’ dediği budur. Manifest ve latent söylemler vardır. Dil içinde düşünürüz, dil ile yaratırız. Bizler genellikle latent söyleme ulaşmaya çalışırız. Çünkü kişinin söylemek istedikleri ile söyledikleri arasında daima fark vardır. Konuşmanın bu semptomları, bilinçdışı varlıkları birbirine bağlar ve düğümler. Bu temel Lacancı fikirlerden biridir. Bilinçdışı, analizin taraflarını birbirine bağlayan bir dildir. Bilgidir. Beden ayırırken, dil bağlar, bilinçdışı düğümler oysa zevk uzaklaştırır.
Lacan ‘’Daima doğruyu söylerim. Ama doğrunun tamamını değil. Çünkü doğrunun tamamını kimse söyleyemez. Her şeyi söylemek imkânsızdır. Yeterince kelime yoktur. Doğruyu, gerçek olana yaklaştıran da bu imkânsızlıktır.’’ demiştir.
Bu düğümlerin çözülebilmesi için, çağrışımlar olabildiğince serbest bırakılmalıdır. Çağrışım, bir düşüncenin başka bir düşünceye eklenmesidir. Bize bilinçdışının nasıl örgütlendiğini gösterir. Bu şekilde dil bilinçdışını çağırır, anlamı üretir, iletir ve eyleme geçirir. Lacan psikanalitik kuramında ‘’Bilinçdışı bir dil gibi yapılanmıştır.’’der. Yani bilinçdışını bir dil yapısına ve ondan çıkan doğal bir sonuca sahip bir bilgi olarak tanımlar. Çünkü bilinçdışı, gösterge yinelemesinin işleyişi tarafından dokunan örüdür.
Söylenmek istenen şey hiçbir zaman tam anlamıyla ifade edilmez, özne dil ile bölünür, bilinçdışı ortaya çıkar ve dilin kontrolü de asla tamamen öznenin değildir. Günlük Yaşamın Psikopatolojisinde Freud bunu ‘’Signorelli’’ örneği ile çok güzel açıklıyor. Sahte bellek ile bir ismi nasıl unuttuğumuzu açıyor. İsimlerin kolayca unutulmasının yanında başka bir unutma şekli daha vardır. O da unutmanın ikinci mekanizması olan baskıdan kaynaklanan unutmadır diyor. Unutmaların, tekrarlamaların, dil sürçmelerinin tesadüf olmadığını ve çağrışım zincirinin aslında kopmadığını, bunun bastırmayla ilişkili olduğunu söyler ve bunlar konuşmanın semptomlarıdır. Bizi konuşmaya davet ederler ve onların etrafında dönmeye başlarız. Bunlar dil aracılığıyla, söylem içerisinde oluşurlar. Lacan ‘’Tüm sakar eylemler, başarılı bir söylemdir.’’ der. Çünkü bilinçdışının içeriği, bastırılmış olanın temsilleridir. Bu temsillerin dinamik bir yapısı vardır ve birincil süreçler dediğimiz yoğunlaştırma ve yer değiştirme mekanizmaları ile işler. Dürtüsel enerji ile dolu olan bu içerikler, her zaman bir şekilde bilince geri dönmenin yolunu ararlar. Dışarıdan içeriye, içeriden dışarıya sürekli aktiftir. Yapılanma sürekli devam eder. (Bastırılmışın geri dönmesi) Burada, Herbert Silberer’in çok güzel dile getirdiği gibi bir ‘üstünü örtme’ amacı güdüldüğü sezilmektedir.
Dil, bu özelliklerinden dolayı beraberinde yanlış anlamayı ve yanlış anlaşılmayı getirir. Bu nedenle, psikanalitik teknikte anlamı ardıl tutarız. Önemli olan, öznenin neyi nasıl anlattığı, hangi kelimeleri kullandığı, bunları konuşmanın onun için nasıl bir anlamı olduğudur. Bizim işimiz bu nedenlerden dolayı, asla anlamak değildir.
Biz en genel anlamıyla semptom bir işarettir diyoruz ancak semptom yalnızca bir işaret olmakla kalmaz, simgesel bir değeri de vardır. Çünkü semptom, psikanalitik olarak bir ötekine adrestir, ötekinin uzantısıdır, bir yardım çağrısıdır. Bilinçdışı bir temsil olduğunu göz önüne alırsak, aynı zamanda bir anlam içerdiğini bize düşündürür. Freud semptoma, ‘’Hastanın iyileşme çabasıdır.’’ der. Freud’un Lacanyen okuması da, ‘’Öznenin semptomu, kişinin toplumsal gerçekliğe verdiği bir yanıttır.’’ der. Yani kişi, başka türlü ifade edemediği bir şeyi, semptomları aracılığıyla ifade etmeye çalışır. Kaygısının yatışması için ürettiği bir çözüm, çatışmalarıyla yaptığı bir uzlaşıdır. Özne için hem acıdır, hem de yatışmadır. Çünkü aslında ortada benlik ile uyuşmayan, benliğin kendisi ile çatışma içinde olan tahammül edilemeyen bir ‘’güçlü temsil’’ vardır ve özne bu temsile o kadar katlanamaz ki hiç olmamış gibi davranmak ister. Hafızadaki izi bastırır ancak duygu başka bir nesneye bağlanarak bilinçte kalır. Böylelikle semptom oluşur. İnsan, katlanamadığı temsille ancak bu şekilde uzlaşabilir.
Ancak, semptom yine de bizim yalnızca patoloji içinde okuyabileceğimiz bir şey değil. Çünkü kişi, ilişkisel, varoluşsal sıkıntılarla da bir semptom getirebilir. O nedenle semptom tek başına tanı değeri taşıyan bir şey değildir. Hepimizin semptomları var ve bunlar bazen aksayabilir. Zaten insan her zaman çevresiyle çatışma halindedir. Her zaman uyumlu olmak mümkün değildir. Bu da gayet normaldir. Ancak bu belirti ruhsal kırılmaya yol açıp, kişiyi bütün hayatı etkileyecek bir noktaya sürüklüyorsa o zaman bu semptomun psikopatolojik bir değeri vardır diyoruz.
Ben bu analiz için, Rus yazar Fyodor Mihayloviç Dostoyevski'nin ilk olarak 1866 yılında yayımladığı ve psikanaliz için büyük bir değeri olan romanı Suç ve Ceza’daki Raskolnikov karakterini ele almayı deneyeceğim.
Dostoyevski, hayatı boyunca bedensel ve ruhsal ıstırabın her türünü tecrübe etmiştir. Bu romanını da “Bir suçun psikolojik çözümlemesi” olarak tanımlamıştır. Ancak bu roman, bir suçun psikolojik çözümlemesinin yanı sıra, özgürlük ve adalet kavramlarını irdelemiş, kötülüğün doğasını anlatmaya çalışmıştır. Dostoyevski romanda Raskolnikov aracılığıyla, adaletsizliğe isyan edip, kendisi adaleti yaratmaya çalışmış ancak üst benlik sesinin buna nasıl engel olduğunu anlatmıştır. Bu şekilde insanın iç dünyasının derinliklerine giderek, psikoloji alanında soru işaretleri doğurmuş, dünyaya insan denen yaratığın tek katmanlı, tek renkli, tek boyutlu olmadığını göstermiştir.
Üstelik bu psikolojik çözümlemeleri yapmak, henüz Freud ortada yokken (bu kavram 1899’da ortaya çıkacakken), adaletsizliğe karşı attığı bir çığlık olmuştur. Bu roman, Freud’u psikanaliz çalışmalarına ışık tutacak kadar etkilemiştir. Bu nedenle psikanaliz için çok değerli bir eserdir. Freud, id, ego ve süperego üçlüsünün bu romanda eksiksiz olarak yer aldığını söyler. Rodya’nın idi, tefeci kadını öldürmesini ve parasını çalmasını emreder, bu eylemin muhakemesi ego sürecinde olur ve süper egosu onu cezalandırır…
Romanı yazdığı yıllar, Dostoyevski için de gerçekten çok zor yıllardır. Büyük yalnızlıkları yaşamak, çok zor kararlar almak zorunda kaldığı yıllardır. 1864 yılında çok sevdiği insanları ardı ardına yitirmiştir. E.H. Carr’ın aktardığına göre, tam o günlerde “Wiesbaden’de her gün, giyeceklerinin ya da ufak süs eşyalarının karşılığı olarak onu açlıktan kurtaracak birkaç thaler alma ümidiyle rehincileri dolaşıyordu. Bu katı kalpli tefecilerden biri, Raskolnikov’un kurbanının ilk modeli olmalı ve bu korkunç gerginlik anında, Dostoyevski kendi yüreğinde, bir Raskolnikov’un potansiyelini sezmiş olmalı.”
Bütün XIX. yy. gerçekçi edebiyatında, böylesine yürekli, böylesine güçlü bir biçimde, geniş yığınların içinde bulunduğu yoksulluğu, acıları, toplumsal eşitsizliği, ezilişi ‘’Suç ve Ceza’’ kadar başarıyla dile getirebilmiş başka bir roman daha yoktur. Ancak Dostoyevski’nin bu romanı, yalnızca ezilmişliğin ve toplumsal kötülüklerin sürükleyici trajizmini dile getirmekle kalmaz. Bu, aynı zamanda en yüce yargı yeri olarak insan vicdanına ve insan aklına bir başvurudur. Dostoyevski’de Rodya aracılığıyla, yoksulluğun ve acı çekmenin her toplum için kaçınılmaz olduğunu, bunların insanlığın değişmez yazgısı olduğunu ileri süren döneminin düşünürlerine, bunların ileri sürdükleri (kimi dinsel) düşüncelere şiddetle karşı çıkmıştır. Büyük yazar, bir hiç olarak kalmak, ses çıkarmadan boyun eğmek, her şeye sürekli katlanmak istemeyen, tam tersine, bütün varlığıyla toplumsal eşitsizliklere başkaldıran, haksızlıkla uzlaşmayan insanın ahlaki yüceliğini tutkuyla, coşkuyla savunmuştur.
…
Çarlık Rusyası döneminde geçen Suç ve Ceza’nın başkarakteri Rodion Romanoviç Raskolnikov, adeta içinde iki kişi barındıran, melankolik, nihilist, bölünmüş, bir tarafıyla özverili, idealist, dürüst; diğer tarafıyla, soğukkanlılıkla iki insanı öldürmüş bir karakterdir. Bu bize, ‘’Acaba sadece bazı insanlar mı çelişkili, yoksa temelde insan çelişkili edimleri olan, çelişkili bir varlık mı?’’ sorusunu açıyor.
Raskolnikov, iki tür insanın varlığını kabul ediyor. ‘Übermensch’ler ve ‘öteki’ler. Ona göre üstler, tıpkı Napolyon gibi milyonlarca insanı öldürse de yargılanmaz çünkü buna hakları vardır; oysa ötekiler hukuk kurallarına uymak zorundadırlar. Kurallar onlar içindir. Kuralları ve adaleti güçlüler yaratır, ezilmişler denese bile vicdanıyla çatışır ve üst benlik, suçluluk duyguları içerisinde onları kıvrandırır…
“Sıradan insanlar acı çekmeyi beceremezler. Ancak büyük insanlar büyük acılara katlanabilir.” diyerek göndermede bulunmuştur.
Raskolnikov, kendi içinde kendisini bir ‘übermench’ olarak tasvir etmeye çalışırken, aslında ne kadar aciz olduğunu içten içe fark ederek bu incinmenin ve bunun getirdiği aşağılık duygusunun etkisiyle, önce yaşamı büsbütün yadsıma radikalliği ile herkesten, her şeyden tam anlamıyla uzaklaşarak, bir kaplumbağa gibi kendi kabuğuna çekilme aşamasına geliyor.
Bunu izleyen süreçte bu acı, adeta başını döndürüyor. Daha fazla katlanamayarak bölünüyor, mantıklı düşünme yeteneğini kaybediyor ve bu cinayeti işliyor. Üstelik yalnızca kendi içinde oluşan yarığa katlanamayarak, bu duygulardan sıyrılmak arzusuyla, kendine saygısını arttırmak ve altta yatan edilgenlik tehlikesinden uzaklaşmak için işliyor. Bu eyleminin sonucunda özgüveninin artacağını, kendisini Napolyon gibi (übermensch) hissedeceğini düşünüyor. Bunun hayalini kuruyor çünkü aslında zayıf ve bu gerçekten tüm gücüyle kaçıyor. Bu acizliğe katlanamıyor, üzerini örtmek istiyor.
Tefeci kadın, ona göre bir insan değil, iğrenç bir varlık. Bu nedenle öldürülmeyi hak ediyor. Hiçbir işe yaramayan bu kadının yaşaması için bir neden bulamıyor...
“Tanrı yoksa her şey mubahtır. Hiçbir şeyden sorumlu değilim ama her şeyden sorumluyum da bu durumda. Şu tefeci koca karıyı ortadan kaldırsam, paraları cebe atsam. Tanrı yoksa kim ne diyebilir? Kendi dünyamı kurmak zorundayım.’’
…
"Ahlaki, vicdani herhangi bir nedene dayanmaksızın, yalnızca kendim için öldürmek istedim. Anneme yardım etmek, maddi olanaklara ve iktidara kavuşmak ve böylece insanlığa yardım etmek için de öldürmedim. Bütün bunlar palavra. Ben yalnızca kendim için yaptım bunu."
…
Sonya’ya gittiğinde;
Raskolnikov: “Ne kadar ayrıyız” diye bağırdı. “Birbirimize benzemiyoruz. Niçin geldim, niçin? Kendimi asla bağışlamayacağım.”
Sonya: “Hayır, hayır, gelmen iyi oldu, daha çok şey bilmem daha iyi!”
Raskolnikov ona acıyla baktı. Bir sonuca varmış gibi sözlerini sürdürdü:
“Eğer yaptığım gerçekten doğruysa? Bir Napolyon olmak istedim, bu nedenle onu öldürdüm… Şimdi anlıyor musun?”
Napolyon, savaşlara girmiş, birçok insan öldürmüştür. O zaman, onun da öldürme hakkı vardır.
“Hayır, bu adamlar böyle yapmadılar. Gerçek Usta'nın (Napolyon'un) her şeyi yapmasına izin verildi; Toulon'da fırtına estirdi, Paris'te kıyım yaptı, Mısır'da ordusunu unuttu, Moskova seferinde yarım milyon insanı harcadı, bir jestle Vilnar'ı bıraktı. Ölümünden sonra onun için sunaklar yapıldı; onun her şeyi yapmasına izin vardı; anlaşılan böyle bir halk etten değil, bronzdan yapılmıştı!”
Birden ilgisiz bir düşünce nerdeyse onu güldürdü. Napolyon, piramitler, Waterloo ve cildi buruşmuş yaşlı bir kadın, yatağının altında kırmızı bir sandıkla tefeci bir kadın…
“Yaşlı bir kadının yatağının altında sürünen bir Napolyon! Ay ne iğrenç!”
…
"Ama ya ben, bu ya da şu nedenle o yasadan hoşlanmıyorsam? Doğanın ve aritmetiğin yasalarının bir işe yaramadığını düşünüyorsam? Bu duvarı yıkacak yeterli güçlerim olmadığına göre, onu alnımla parçalayacağım; elbette. Ama bu bir taş duvardır ve benim de gücüm yetmez. Üstelik bu koca duvarla insanlara bir yatışma, mutluluk sağlaması ve de akıllıca oluşturulmuş olması dolayısı ile onunla uzlaşmayacağım.’’
Ancak Raskolnikov’ta farklı bir detay daha var. Varlığını acı çekerek hissetmeye çalışıyor. Önce, kararlı bir şekilde, entelektüel bir düşünceyle, güçlülerin koyduğu sınırları kabul etmeyerek, köle ahlakını reddederek, özgürlük adına yapılacak bir eylem planlıyor. Ancak bu kadar cesurca planladığı, özgürlük düşüncesi ile rasyonalize ettiği bu cinayeti, tamamen spontane ve beceriksizce işliyor. Tasarısını şekil itibarıyla gerçekleştirerek tefeci kadınla kız kardeşini soğukkanlı bir şekilde öldürüyor. Ancak paralara ve mücevherlere dokunmuyor bile. Çünkü tatmin olamıyor, arzusu doyum sağlamıyor. Elbette gerçeklikteki hiçbir eylem Raskolnikov’un bu sınırsız iç istemlerini karşılamaya yetmez. Bu hayali amaca ulaşmaya çalışırken daha olgun üst ben istemlerini kurban etmesi gerektiğinden, bu eksiklik, bu tatminsizlik giderek daha da yoğunlaşır.
İnsan daima kastredir, eksiktir. Yani, narsisistik açıdan yaralıdır. Çünkü kadın olsun erkek olsun fark etmez, insan ötekinin arzusunun nesnesi olacak şey değildir. Nitekim fallus penis biçimiyle erkeğin ‘’sahip olduğu’’ bir şey olmakla beraber, fallus olamamanın narsisistik acısını en çok yaşantılayan yine erkektir. Bu bakımdan Narcissus söylencesinin, bir erkeği konu alması ilginçtir.
‘’Ötekinin arzusu’’ klasik olarak, mesela ‘’ilksel ben ideali’’ denebilecek bir biçim kazanarak özneye içselleşmiş demektir. ‘’Ben ideali’’de daima utanç ile eşleşir. Çünkü ben daima idealinden kastre, Lacan’ın deyimiyle ‘’eksik’’ bir şeydir. Yani insan ötekinin arzusunu karşılayamaz. Lacan’ın belirttiği gibi, temel ‘’eksiğin’’ Oidipus’ta alacağı ton ‘’Baba’nın Yasası’’na tabi olacaktır. İlk metafor, zincirin başı budur. Ama özü itibariyle daha derine, daha öncesine uzanır. Oidipus girişinde aldığı yorum gereği damgalandığı imleyenini annenin ‘’eksiğinde’’bulması eksiğin cinsel bir ton kazanmasına sebep olur. Bu nedenle ‘’ben ideali’’nin en ilkel biçimi cinsel bir imleyen (fallus) ile eşleşir.
Raskolnikov’da kendisini, fallusun yalnızca orada olduğuna değil, olağanüstü boyutta olduğuna inandırıyor ve kendisini Napoleon gibi önemli ve büyük hissetmek istiyor. Bu nedenle de gittikçe büyüyen tatminsizliği yüzünden arzusu doyum sağlamıyor. Cinayeti işler işlemez kendisine yabancılaşmaya başlıyor, düşünceleri artan bir şekilde bölünme yaşıyor ve bütün hayatı paralize oluyor. Özgürlük eylemi, onun için artık bir ödül değil, tam tersi onu köleleştiren bir şey oluyor. Bu nedenle çok pişman oluyor, bir yandan kendisini haklı buluyor, bir yönden kendisine acıyor, bazen aptalca davrandığını düşünüp kendisine kızıyor, annesine karşı vicdan azabı duyuyor, cinayeti itiraf edip etmeme arasında gidip geliyor…
Bu suçluluk duygusunu varoluşunun anlamı haline getiriyor ve mazoşistçe ceza çekerek, acıyı ve melankoliyi çağıran tavırlar sergiliyor. ‘’öldürdüğün bitten de iğrenç bir bitsin"
Çünkü Raskolnikov, hem bir taraftan narsisistik olarak yaralı, hem de diğer taraftan mazoşisttir. Aslında reddettiği bir gerçeklik vardır. Psikanalitik açıdan bunu bir acı yaşantısı olarak okumamız gerekir. Ona esas acı veren şey, kendisine dair temsilidir ve bunu dışarıda da onaylattığı zaman kendisini böyle bir inanış içinde sıkıştırır. Ancak bunu sadece bir inanış, bir şema olduğunu varsaymak yeterli değildir. Çünkü, üst benlik sesi ‘’Benim değerim bu ve ben bundan acı çektiğim kadar hazlanıyorum da.’’ diyor. Zevk veren bir tarafı var onun için bu acının. Katı ve iğneleyici bir üst benlik sesi var. Orada farkında olmadığı bir hazlanma var.
Bu sebeple böyle biriyle ile kurduğumuz ilişkide duracağımız mesafeyi çok iyi ayarlamalıyız. Eğer onun narsistik olarak yaralı, kolu kanadı kırılmış, dağılmış halinden etkilenir, ona ondan çok üzülmeye başlarsak tuzağa düşeriz. Çünkü zaten biz ne kadar ona değerli olduğunu söylesek de, bunu kabul etmeyecektir. Böyle ilerleyerek bu döngüyü kıramayız. Üst benlik beslenerek aynı şekilde kişiyi kurmaya devam eder. ‘’Sana değerlisin diyor ama hayır değilsin.’’ der içeriden. Böyle bir hatalı tutum onu daha çok yıkar. Kişi ne kadar değersiz olduğunu ispat etmeye çalışır.
FREUD: ‘’Semptomlarda ekonomik bir kazanç vardır. Kişi semptomlarından hazlanır.’’
Daha dinamik bir bakış açısıyla bakacak olursak, acı yaşantısı olarak gelen şeylerde, keyif almanın ötesinde bir şey vardır. Hazlanmak, zevklenmek ve acı bir aradadır. Mazoşist eyleme geçişler vardır. Bu durum ona hayatta olduğunu hissettirir çünkü.
Freud, 1920’de sunduğu ‘Haz İlkesinin Ötesinde’ metninde bu durumu, yaşam dürtüsü (Eros) ve ölüm dürtüsü (Thanatos) arasındaki temel çatışmaya bağlamıştır. Ölüm dürtüsü, bütün canlı varlıkların, başlangıç, cansız durumlarına geri dönme biyolojik ihtiyacından türer; ancak ölüm dürtüsüne libidonun parçası olduğu yaşam dürtüsü karşı durur. Şüphesiz haz ilkesi değerini korur ama üstünlüğü ele geçirmesi için yaşam dürtüsünün kısmen de olsa ölüm dürtüsüne egemen olmayı başarabilmesi söz konusudur. Daha sonra Freud bu hipotezini geliştirmiştir. 1923’de, ölüm dürtüsünün bu çatışmanın içinde baskın olduğu sürece ruhsal yaşamın yıkıcı bileşeninin sadizm ve mazoşizmde olduğu gibi kendisini dayatacağını gösterecektir. Buna karşılık yaşam dürtüsü baskın geldikçe, yıkıcı bileşen kısmen etkisiz hale gelir ve saldırganlık, yaşam ve benliğin hizmetine girer.
Ruh çözümlemesi kuramında, zihinsel olayların izlediği akışın otomatik olarak haz ilkesi tarafından düzenlendiğini varsayma konusunda hiçbir tereddütümüz yoktur. Yani, bu olayların akışının değişmez bir biçimde hazsızlık verici bir gerilim tarafından harekete geçirildiğine ve sonuçta bu gerilimin azalışıyla buluşacak bir doğrultu tuttuğuna inanırız. Örneğin, açlık ya da cinsel arzu gibi süreçleri gözlemlediğimizde, ruhsallıkta rahatlamaların takip ettiği bir gerilimler silsilesi olduğunu saptarız ve gerilimin yükselmesine hoşnutsuzluk ve hazzın boşalımı eşlik eder. Öyleyse, ruhsallığın içinde Freud’un ‘’haz ilkesi’’ olarak adlandırdığı gerilim değişkenlerini düzenleyici bir ilke olduğunu varsayabiliriz. Bu ilkenin son amacı ‘’hoşnutsuzluktan sakınma ve hazzın üretimi’’dir. Ancak yine de haz ilkesinin ruhsal süreçlerin bütününe hakim olmadığını söyler Freud. ‘’Gerçeklik ilkesi’’ doyumu ertelemeye ve hoşnutsuzluğa geçici olarak katlanmaya izin verir. İkinci olarak ‘’benlik’’ de hazza karşı durabilir. Çünkü benlikle uyuşmayan içsel dürtülerin sebep olduğu bir hoşnutsuzluk üreyebilir. Bunlar‘’tehlike’’ duygusu uyandırırlar. Yani ruhsal aygıtın hem haz ilkesine hem de gerçeklik ilkesine uyduğunu düşünebiliriz. (Daha sonra Freud, Nirvana ilkesini de koyar.)
Ancak bu konu büyük bir paradoksu da içinde barındırır. Çünkü ölüm dürtüsünün hizmetinde olan haz ilkesi de vardır. Freud, yaşamın durmaksızın art arda gelen ve ‘’boşalımın haz olarak hissedildiği’’ rahatsız edici gerilimlerden oluştuğunu gösterir. Oysa ki ölüm dürtüsü sessizdir. ‘’…yaşam dürtüleri rahatsız ediciler gibi sunulsalar da daha çok içsel algımızla ilgilidirler ve boşalımın haz gibi hissedildiği aralıksız gerilimi getirirler; bunun tersine ölüm dürtüleri biz onları görmeksizin işlerini yerine getiriyor gibidirler.’’
Freud, 1923’de benlik, üstbenlik, altbenlik arasındaki ayrımı dahil ettiğinde, melankoliğin üst benliğinin bireyin tüm sadizmini ve yıkıcı bileşenini üzerinde topladığı saptamasında bulunur. ‘’Melankoliğin üstbenliğinde hakim olan şey, açıkça söylemek gerekirse, saf bir ölüm dürtüsü kültürüdür.’’ Özellikle intihara sürüklediği zaman, bu öldürücü özyıkımı açıklamak için Freud, yaşam dürtüsünün erotik bileşeninin yıkıcılığın tamamını ‘’bağlama’’ gücünün kalmadığını ve bu yüzden de bunun saldırganlığa ve yıkıcılığa eğilim olarak ‘’serbest’’ hale geldiği fikrini ortaya koyar.
,
İkinci topografinin giriş metni olan ‘’Yas ve Melankoli’’de,
Freud, melankoliyle libidinal gelişimin oral evresi arasında bir ilişki olduğunu belirtiyor. Ego’nun ilk nesneyi seçme biçiminde, ego bu nesneyle bütünleşmek ister ve içinde bulunduğu libidinal gelişimin oral ya da yamyamsı evresine uygun olarak bunu, onu yiyip yutarak yapmayı ister. Bu makalenin en önemli özelliği, melankolide bir nesne yükünün, bir özdeşleşmeyle yer değiştirme sürecini açıklayışıdır. Yas, her zaman sevilen bir insanın ya da ülke, özgürlük, ülkü vb. gibi insanın yerini almış olan bir soyut kavramın kaybına tepkidir. Bazı insanlarda aynı etki, yas yerine melankoli yaratır. Buna bağlı olarak onlarda hastalandırıcı bir yatkınlıktan şüpheleniriz. Yasın, yaşama yönelik normal tutumundan önemli ölçüde uzaklaşmaları içermesine karşın onu hastalandırıcı bir durum olarak değerlendirmeyiz. Çünkü belli bir süre sonra yenileceğine güvenir ve ona yapılacak herhangi bir müdahaleyi yararsız ve hatta zararlı olarak görürüz. Melankolinin ayırt edici özellikleri, derinlemesine acı verici bir hüzün, dış dünyaya yönelik ilginin kesilmesi, sevme yeteneğinin kaybı, tüm etkinliklere ket vurulması ve kendini önemseme duygularının, kendini suçlama ve kendini yemelerde anlatım bulacak olan azalması ve sanrısal bir cezalandırma beklentisiyle sonuçlanmasıdır. Yasta kendini önemsemede bir bozukluk söz konusu değildir ancak diğer özellikler aynıdır.
Köklü yas, sevilen birinin kaybına verilen tepki, aynı acılı akıl durumunu, dış dünyaya yönelik aynı yetenek kaybını, yeni bir sevgi nesnesini benimseme konusunda (onun yerini alma anlamına gelecek) aynı yetenek kaybını ve ona ilişkin düşüncelerle bağlantılı olmayan her etkinlikten aynı uzaklaşmayı içerir. Bu bir eksilmedir. Her eksilme beraberinde yası getirir. Psikanalitik psikopatolojinin bazları: 1)Bedenle ilişki 2)Dille ilişki 3)Ötekiyle ilişki
Eksilme: 2 yasak var. 1)Ensest 2)Cinayet …Hepsi olabilir ama bunlar, hayır! Bir sınır koyulması, bir eksiklik. İlk eksilme hikayesi füzyonun kopuşu ile birlikte annenin eksilmesidir. Git gide kendi vücudunun bir uzantısı olmayan anne… Eksikliğin yavaş yavaş ruhsal olarak işlenmesiyle beraber, arzu nesnesi olmaktan çıkıp, arzulayan bir özne olarak doğuş. Oedipal karmaşada da, bir yasak var arzu nesnesine dair. ‘’Arzulayabilirsin, arzulamak senin hakkın. Ama ailesel öğeleri değil.’’ Eksilme…
Yasın yerine getirdiği görev, gerçeklik sınaması sevilen nesnenin artık var olmadığını göstermiştir ve bir adım ileri giderek tüm libidonun bu nesneyle bağlarından geri çekilmesini talep eder. Bu talep, anlaşılır bir karşı koyuş doğurur. Bu karşı koyuş o denli şiddetli olabilir ki, gerçeklikten bir uzaklaşma ve varsanısal bir istekli psikoz yoluyla nesneye bir yapışma gerçekleşir. Normalde kazanan gerçekliğe saygı olur. Büyük bir zaman ve enerji harcamasıyla yavaş yavaş gerçekleştirilirler. Bu süre zarfında, kayıp nesnenin varlığı, ruhsal olarak uzatılmış olur. Her zaman için yeni bir nesneyle karşılaştığımızda, o yeni nesneyi kendi ruhsallığımıza katacağımız zaman, bu bir yas sürecidir. Bu işleyiş tamamlandığında, Ego tekrar özgür ve ket vurulmamış hale gelir. Hayal ettiğimiz ‘’kayıp nesne’’ (fallus), gerçeklikte karşılaştığım nesne ile hiç bağdaşmadığından, hayal ettiğim nesnenin yasını tutmama sebep olur. Hayal edilen nesne, asla ulaşılmayan kayıp bir nesnedir. Ruhsal olarak var edilebilir ama gerçeklikte karşılaşılmaz.
Melankolinin de, sevilen bir nesnenin kaybına tepki olabileceği açıktır. Daha ülküsel türden bir kaybın söz konusu olduğunu görebiliriz. Belki de nesne gerçekten ölmemiş ama bir sevgi nesnesi olarak kaybedilmiştir. Kaybedilenin ne olduğu net olarak görülmez. Aslında bu durum, hastanın melankolisine yol açmış olan kaybın farkında olması ama yalnızca kimi yitirdiğini bilip, o kişi de neyi yitirdiğini bilmemesi halinde bile böyle olabilir. Melankolinin ket vurması anlamsız görünür. Çünkü Ego’nun güçsüzleşmesi söz konusudur. Kendini önemseme ciddi derecede azalmıştır. Yasta, yoksul ve boş hale gelmiş olan şey dünyadır. Melankolide ise, bizzat Egodur. Hasta bize egosunu, değersiz, başarıdan yoksun ve ahlaki açıdan aşağılık olarak gösterir. Hem kendini suçlar, karalar hem de cezalandırılmayı bekler.
Romanda Raskolnikov’un da "Sen öldürdüğün bitten de iğrenç bir bitsin!’’ gibi söylemleri vardır.
Burada cezalandırıcı süperego devreye girer. Melankoli klinik tablosunda, ahlaki zeminlerde Ego’dan hoşnutsuzluk en fazla öne çıkan özelliktir. Eğer melankolik kişi sabırla dinlenirse, sonunda bunların aslında kendisine hiç uymadığı ama küçük düzeltmelerle başka birine, sevdiği ya da sevmiş olduğu ya da sevmesi gereken birine uyduğu izlenimi oluşur. Bu tablonun anahtarı, kendisini suçlamaların sevilen bir nesneye karşı olup da oradan kendi egosuna aktarılmış olan suçlamalar olduğudur. Diğerlerini maskelemeye yardımcı olduklarından, kendilerini araya sokmalarına izin verilir. Böylece bu davranış daha anlaşılır hale gelir. Kendileri hakkında söyledikleri küçültücü her şey temelde başka biri hakkında olduğundan utanmaz ve saklamazlar. Ayrıca etrafındakilere, bu türden değersiz insanlara uygun düşecek olan alçak gönüllülük ve boyun eğme tutumunu göstermezler.
Nesne kaybında normal olan, libidonun o nesneden geri çekilmesi ve yeni birine yer değiştirmesidir. Melankolide, Ego’ya geri çekilir. Ego’nun terk edilmiş nesneyle özdeşleşmesini sağlar ve ego sanki terkedilmiş nesneymiş gibi değerlendirilir. Böylece Ego ile sevilen nesne arasındaki çatışma, egonun eleştirel etkinliği ile özdeşleşmelerin değiştirdiği ego arasında bir yarığa dönüşür. Otto Rank’ın haklı olarak belirttiği gibi bu çelişki nesne seçiminin narsisistik bir temelde gerçekleştiğini bize gösterir. Özdeşleşmenin nesne sevgisinin yerine geçmesi, narsisistik bozukluklarda önemli bir düzenektir. İçinde sadizmi (dolayısıyla mazoşizmi) barındırır, özkıyım eğilimi vardır. Egonun, nesne yükünün geri dönüşü sayesinde, kendisine bir nesne olarak davranması halinde öldürebildiğini gösterir.
MAZOŞİZMİN EKONOMİK SORUNU
Ahlaki mazoşist, ıstırap peşindedir ama bilinçdışı suçluluk duygusuyla ilişkili olarak aranılan suçluluk ıstırapta bulduğu cinsel tatminin farkında değildir. Aslında bu kişilerde ıstırabın erotik hazzı yok gibidir. Ahlaki mazoşizmin aşırı durumları tedaviye direnç gösteren psikanalizdeki hastalarda görülür. 1923’de ‘’negatif teröpatik tepki’’ olarak tanımlanmıştır. Bu hastalar için, bilinçdışı suçluluk duygusunu tatmin etmek, iyileşmek yerine hasta kalmanın ikincil kazancını oluşturur. Bu da aslında terapiye direncin en ağır biçimlerinden birisidir. Bunun karşılığında, bilinçdışı suçluluk duygusundan bahsedildiğinde, bu kişiye hiçbir şey ifade etmez; buna karşılık olarak ona ‘’ceza ihtiyacından’’ bahsettiğimizde anlamaya başlar. Freud, bu ezici suçluluk duygusunun belirişini, benlik ve üstbenlik arasında beliren aşırı gerilime bağlı olduğunu söyler.
Freud 1914'te ise "Narsisizm Üzerine" adlı makalesini yazar. Somatizasyonlarda, hipokondriyaklarda, eşcinsellerde, bütün insanların rüyalarında libido kişinin kendi bedenine yatırılmaktadır. Freud, ilkel topluluk insanlarının dış dünyadaki olayları kendi düşünce süreçleriyle açıklayan animistik düşünce yapısının kökeninde de narsisizmi görür ki, bu düşünce tarzı normal insanın çocukluk evresinin olağan bir görünümüdür. Doğumdan sonra diğer nesne ve kişilerle ilişki kurulana kadar, insan yavrusunun bütün dünyayı kendinin bir parçası gibi algıladığı evredeki libido biçimine 'ilkel narsisizm' denir. Eğer nesne libidosuna dönüşüm olduktan sonra kişinin başa çıkamayacağı şiddette sarsıcı olaylar olursa, libido tekrar ilk biçimine, benliğin kendisine dönüşebilir. Bu patolojik duruma 'ikincil narsisizm' denir.
Rodya, kendi iç çatışmalarıyla boğulurken, kendisine "Sen öldürdüğün bitten de iğrenç bir bitsin" diyor. Libidosundaki duygusal oluşumlarını dışarıya, yöneltip boşaltamıyor; kendi egosuna boşaltıp ısrarla kendisinden iğreniyor, kendisinden uzaklaşmak istiyor ve bu anlamda da narsistik özellikler gösteriyor. Fakat şu husus da söz konusudur ki narsisizmde “kendine kapanma’’ doyum sağlamaz, benliğe zarar verir; benlik ile öteki arasındaki sınırın silinmesi yeni ve ‘başka’ olan hiçbir şeyin hiçbir zaman benliğe girmemesi anlamına gelir; benlik silinip süpürülmüştür...”
Raskolnikov, sıtma nöbeti anında şöyle düşünür: "Bir insanı öldürmedim ben, bir prensibi öldürdüm! Öldürmesine öldürdüm ama onu aşıp öte yana geçmedim, bu yanda kaldım gene..." Bu durum ‘sınır’ imgesini akla getiriyor. (SINIR)
Raskolnikov’da aslında yakalanmak için de elinden gelen her şeyi yapıyor. Cinayeti işledikten sonra, üstündeki kanlı eşyaları doğru düzgün temizlemeden uyuyor, hasta oluyor, uyurken sayıklıyor, kendisini ele verecek şeyler ‘kaçıyor’ ağzından. Karakola başka bir nedenle çağrıldığında orada bayılıyor. Böyle somatik bir iş birliği de var. Yani semptom, iş birliğine de giriyor aynı zamanda. Bir cezalandırmaya dönüşüyor. Bu duruma Rodya’nın semptomuya başetmeye çalışması diyebiliriz.
Komidinin üstünde bir kitap duruyordu. odada dolaşırken bu kitabı görmüştü. şimdi de eline alıp baktı. bu incil'in rusça çevirisiydi. eski, yıpranmış, deri kaplamalı bir kitaptı. raskolnikov hâlâ aynı yerde, masadan üç adım ötede duruyordu.
RASKOLNIKOV: (yüksek sesle sordu) bu nereden geldi?
SONYA: (raskolnikov'a bakmadan sanki biraz isteksizce yanıtladı) biri getirdi.
RASKOLNIKOV: kim getirdi?
SONYA: benim isteğim üzerine lizaveta getirdi.
"lizaveta! işte bu çok garip!" diye düşündü. sonya'nın her şeyi ona gittikçe daha garip ve ilgi çekici görünmeye başlamıştı. kitabı muma yaklaştırarak yapraklarını çevirmeye başladı. birdenbire;
RASKOLNIKOV: lazar'dan nerede söz ediliyor?
sonya önüne bakmakta diretiyor, karşılık vermiyordu. masadan az uzakta oturuyordu.
RASKOLNIKOV: lazar'ın dirilişi nerede anlatılıyor? bana onu bulsana, sonya!
SONYA: (göz ucuyla genç adama baktı, ona yaklaşmadan soğuk bir sesle fısıldadı) baktığınız yerde değil, dördüncü incil'de.
Raskolnikov oturdu. dirseklerini masaya, başını da eline dayayarak karamsar bir edayla çevresine bakındı ve dinlemeye hazırlandı;
RASKOLNIKOV: bul ve bana orasını oku!
"üç hafta sonra da buyrun bakalım yedinci kilometreye (Petersburg'a yedi kilometre uzaklıkta bulunan bir akıl hastanesi). daha da kötüsü olmazsa sanırım ben kendim de orada olacağım!" diye içinden geçirdi.
Raskolnikov'un Lazar'ın dirilişine verdiği önem Sibirya'ya gitmeden çok daha evvel belirir romanda. Raskolnikov suçunun cezasını, suçu işlediği andan itibaren ödemeye başlar. bunu ilk başlarda inkar da etse, gitgide farkına varır ve hayattan ikinci bir şans daha ister için için - Lazarus da onun için ikinci hayatı temsil eder. Raskolinkov, yaşlı kadını öldürürken kendisini de öldürmüştür, bir daha eski haline dönmesine imkan yoktur. Bunu bilmesine rağmen Lazar'ın dirilmesi, ona ikinci bir şans verilmesi gibi, kendisine de ikinci bir şans verilmesine dair umutlarını kesmez. zaten bunun için ister Sonya'dan Lazar'ın dirilişini okumasını, onun için dizleri dibinde ağlar Sonya'nın.
İncil'den Lazarus'un diriliş sahnesini okumasını ister. Lazarus'u gömüldüğü yerden çıkaran ve dirilten İsa'nın kendisidir. İsa'da tanrısal bir güç vardır. Raskolnikov bu görüşmenin sonunda Lizevata'yı kimin öldürdüğünü bildiğini söyleyerek oradan ayrılır. Raskolnikov, suçunu itiraf etmek için Sonya'yı seçerek onu onurlandırmış gibi görünse de gerçekte kıza baktığında kendi kirliliğini görüyor. Yere kapaklanıp ayaklarını öptüğünde utançla sarsılan kıza onun değil, insanlığın çektiği acıların önünde eğildiğini söylüyor.
KAYNAKÇA
Quinodoz J. M.(2016). Freud’u Okumak. İstanbul: Bağlam.
Gençtan, E. (2002). Psikanaliz ve Sonrası. İstanbul: Metis
Tura, S. M. (2016). Freud’dan Lacan’a Psikanaliz. İstanbul: Kanat
Lacan, J. (2014). Psikanalizin Dört Temel Kavramı. Nilüfer Erdem (Çev.). İstanbul: Metis.
Lacan, J. (2013). Fallus’un Anlamı. Saffet Murat Tura (Çev.). İstanbul: Altıkırkbeş.
Freud S. (2013). Günlük Hayatın Psikopatolojisi. Hasan İlhan (Çev.). İstanbul: Sayfa.
Freud S. (2013). Cinsiyet Üzerine. A.Avni Öneş (Çev.). İstanbul: Say.
Freud S. (2013). Metapsikoloji. Dr.Emre Kapkın (Çev.), Ayşen Tekşen (Çev.). İstanbul: Payel.
Freud S. (2013). Psikanaliz Üzerine. İhsan Kırımlı (Çev.). İstanbul: Sayfa.
Sennet R. (2002) Kamusal İnsanın Çöküşü. Serpil Durak-Abdullah Yılmaz (Çev.). İstanbul: Ayrıntı.
